Çürüyen Zamana Mektuplar
Rahata ermeyen adamdan çok huzursuz Mümtaz’a,
Merhaba Mümtaz. Seninle aynı zamanları paylaşan bir deliyim ben. Biliyorum ki sen de karanlıktan korkmuyorsun. Bütün ömrünce o kadar çok karanlıkta kaldın ki bunun senin için bir önemi kalmadı. Zaten karanlık hissedilmiyordu ki Mümtaz, yaşanıyordu. Hâlbuki hiçbir şeyi kendimize keder etmenin hiçbir anlamı yok, diyordu Ahmet. Ahmet’in söylediği sanki bana hiç ulaşmamış gibi. Çünkü ben, karanlıkla örülü bilinçdışı zamanın makasları arasına sıkışmış gibi hissediyorum. Şekil verilmiş geçmişine rağmen gelecekte bile sükûnete ermeyen Hayri İRDAL’i her an anıyorum. Bu sebeple çok zaman önce Hayri İRDAL’e uzunca bir mektup yazmaya karar vermiştim Mümtaz. Ve kararımın arkasında durup sözk onusu mektubu birkaç gün önce yazmayı başardım. Yüreğimden mürekkep olarak döktüklerimi, girişte bahsettiğim bilinçle ele alıp sana gönderiyorum. Biliyorsun ki senin gibi ben de onun bilincinin karanlıkları içerisindeyim. Bu mektup, hem benim hem de onun iç dünyasının bir yankısı olacak şekilde. Şimdi söz konusu namenin özetini seninle paylaşacağım. Namedeki bazı ifadeler uykusuz gecelerin fısıltısıdır, bazı ifadelerse daralmış olduğunu hissettiğim ruhumun gelgitleridir. Bu durum sessizliğin ayak izinden dökülmüş ürpertiyi ifade edecek şekildedir. Hayri İRDAL’in karmaşasına, kendi gecelerimi, kendi korkularımı ve kendi sessizliğimi iliştirip senden bir takım şeyler ekleyerek mektubu aktarıyorum. İşte o mektup…
***
Dünyanın en karanlık ve pek efendi Hayri’sine,
Gece hep olduğu gibi yine güzel başlamadı Hayri. Herkes sadece kendisiyle meşgul, kimse bir başkasını umursamıyor. Vakıa, herkes en güzel şeyi kendisinin söylediğine inanıyor. Nedense ben kendimden bir türlü emin olamıyorum. Bunları sana ne zaman yazmaya karar verdiğimi ise bilmiyorum. Sözcükler, zihnimde bulanıklaşan bir düşün yankısıyla belki de çoktan yazılmıştı. Ben ise şu an sadece sayfalarda gezinen bir mürekkepten ibaret kalıyorum. Biliyorum, sen hiçbir zaman bunları okumayacak… Yine de belirtmek isterim ki, okusam da okumasan da bu name, senin karmaşık ruhunla beslemiş bir başka karmaşık ruhun homurtusudur. Yani kısık sesle ifade ediyorum ki, bu homurtu be-niim!
Ben senin rüyalarında beliren Abdullah Efendi’yi okudum. Daha doğrusu onun ağzıyla anlattığın rüyaları modern dünyaya ayak uyduramayan sönük bir yaşamın karşılığı olarak hep tecrübe ettim. Öyle ya, sadece okudum demek olmazdı ki. O rüyaları iliklerimden hüzün aka aka yaşadım ben. Sen gölgeler arasında terleyerek geceleri yatakta geçirirdin. Ben ise kıpkızıl gözlerle gece boyu hep uyanığım. Beni korkutmak için rüzgârla oynaşan kirli perdenin ilmekleri arasından içeri sızan ay ışığı var belleğimde. Tavanda çürüyen zamanın desenlerini yusuf yusuf izliyorum. İçimde, kesintisiz bir heyecanın kopan nabzı gibi çarpıyor yüreğim. Odanın koridorunda bekleyen gulyabaninin nefesini; aynaya bakınca daha derin hissediyorum. Sisli bir sureti görmenin verdiği ürpertiyi bir sen, bir de ben bilirim… Çünkü seninle aynı şeyleri yaşadım, farklı bir coğrafyada büyüsem de seninle aynı kararsız hallere gömüldüm.
Senin gölgelerinin komşusu benim Hayri. Çünkü gündüzlerin önemsiz vaktinde kimsenin görmek istemediği mahlûklardık biz. Varlığımız, zamanın küflenmiş ağırlığıyla aynı anlama geliyordu. Çürümüş damarların inim inim inleyen, mum alevi gibi titreyen sessizliğiydik. Hayri Bey kardeşim, anlattığın pek efendi Abdullah, rüyasında korktuğu gölgelerle baş başa kalırken, o gölgeler çatallı dilleriyle benim boynuma dolanırdı. Ve ben kesintisiz bir anın içerisinde hep, hep boğulacak gibi olurdum.
…
Ay, korkuyla bulutların arkasına saklandığında odamın köşegenlerine biriken kasvet, yavaş yavaş hareket etmeye başlıyor Hayri. Çatı katından sarkan ip, karaltılar eşliğinde duvarımda dans ediyor. Yanıma gelenlerin, elleri ve kolları hatta burunları bile var ama yüzleri yok. Korkuyorum. Bu şehrin, bu yaşantının benim olmadığını düşünüyorum. Tüm bunların bir oyun olduğunu… Gülüyorum. Zaten hiçbir yer, hiçbir oda, hiçbir şehir… Hiçbiri hiçbir zaman benim olmadı ki! Sadece adımın yankılandığı kömür karası sokaklarım oldu benim. Ve ıssız salonlarda hayaletleri dehşetle izlediğim hatıralarım. Bir de eski saatlerin tik taklarına ayrıntılı şekilde kulak kesildiğim sabahtan kalma gecelerim…
Senin huzuru ararken enstitüden bozma saatlerin vardı, değil mi? Hiç değişmeyen, hep aynı anı gösteren sonsuz ‘mübarek’ kuleleri gibi. Asla sona ermeyen ıstırabın kaygısını bir sen, bir ben bilirdik Hayri? Hayri, bende öyle bir an var ki, durmuş olmasına rağmen gün boyunca hiçbir şekilde doğruyu göstermiyor. Ne akrep ne yelkovan, hiç ama hiç birbirine yetişmiyor. Saniyenin nereye saplanıp kaldığını ise asla anlamıyorum. Zaman çürüme biçimini ifade etmekten öte bir şey değil ki! Ben, senin enstitüdeki hastalıklı çağlarına karışıyorum. Korkuyorum, Hayri. Ayarlayamadığım anın dakikaları, okuyamadığım enstitü yazısında yosun tutuyor. Huzur bulamıyorum. Hatıralarım, gelecek anılarımla aynı hizada yazılmıyor artık. Edgar Allan Poe’nun kuzgunu, mezar taşına adımı işlemiş durumda. Fakat senin bundan bile haberin yok. Nerdesin Hayri? Neden gelmedin? İrkiliyorum!
Zihnimde biriktirdiklerim mürekkebe dönüşüp sayfaya damla damla düşerken, başucumda bulunan lambaya bir güve dadanmış. Işığa doğru gidiyor, ateşe bulanıyor, yanınca geri dönüyor. Bunu sayamayacağım kadar çok tekrar ediyor. Pek vakitsiz Hayri Bey kardeşim, görüyor musun, ona ne çok benziyoruz. Yanmayı, kül olmayı aşk zanneden ve akabinde toplumla uyuşamayan uslanmaz deliler biz değil miydik? Tıpkı o güve gibi her defasında bizde yanmak için ışığa uçuyoruz. Karabasan gibi üzerimize çöken Abdullah’ın rüyalarının o güveden ne farkı var? Ama ben, ışıktan arta kalma bir parçacık ya da dalga boyu belli olmayan renksiz bir ferim gibiyim. Hayatım, bu güvenin istikrarsız çabasıyla özdeş. Yandıkça yandığımız, kaçtıkça daha çok yakalandığımız felaketin görüntüsü işte budur.
Dünyanın pek zamansız ve en esrarlı Hayri’si, beni anlayacağını düşündüğüm tek kişi sensin. Çünkü senin pencerenin kenarına sinen kuş benim. İnan ki siluetimi çevreleyen maskeler ömrümü nefessiz bırakmak için etrafımda uçuyor. Ve uçan maskelerin kahkahaları yankılanıyor duvarların içerisinde. O kahkahalar tanıdık bir sesin şakımasına hiç benzemiyor. Korkuyorum! Sesler hangi devre ait bilemiyorum. Ama biliyorum ki, benimle hiçbir bağı yok bu kahkahaların. Gülüyorum! Tıpkı içime kaçan bir gölge gibi belirsizleşiyorum. Ürküyorum!
Benim gibi sen de hürriyetini kayıp mı ettin Hayri? Hâlâ kalmış mı, akşamların fevkaladeliği? Hatırlasana, her lezzetin tadıldığı milenyum çağındaki uykuyla katışık korkulukları. Ben bir çöl yolcusuydum Hayri, sevinci yılan zehri ile yıkanan bir çöl yolcusuyum. Bir an için sarhoş olsaydım… Hayır, her şeyin değişeceğine olan inancımı da kaybettim. Kendini anlamaya çalışırken karşılaştığın aynaların vardı senin. O aynanın kırılan yerlerinde ben yıkılırdım. İşte böyle böyle ben de anlamdan uzaklaşırım Hayri. Bilirim, boşluğa çarpan kalıntılarda yalnızca ikimizin ayak izi var. Uyandığımızda kimseye anlatamayacak kadar derin, anlattığımızda da bizden kaçacak kadar tuhaf rüyalar görürdük… Artık kimse bana rüyalarını anlatmıyor Hayri. Çünkü kimse rüya görmeyi umursamıyor. Görenlerin rüyaları, gri odadaki boş koltuklarda hızla soluyor.
Gözlerimi kapatıp, düşünmek kâfi gelmiyor. Çünkü bana uzatılan kadehleri henüz yudumlamadan sarhoş oluyorum. Gece olunca, aynaya bakarken yakalıyorum kendimi. Uzun uzun gözlerime bakıyorum. Işığı sönmüş gözlerimde çukurluk çok derinleşmiş. Sararmış tenimin altında tanıdık olmayan bir yüz görüyorum. Nedense bu ben miyim, diye soruyorum. Bir türlü kendimden emin olamıyorum. Belki de bu mektubu tanıdık olmayan o yüz yazıyordur. Benliğim kaybolmuş gibi. Şimdi konuşan başka, ben başka bir ben. Senin, “Bu ben miyim?” dediğini, işte tam burada hatırlıyorum.
Yaşamım senin yaşamını anlamak içindi. Çünkü senin üstüne basa basa anlattığın rüyalarda benim çocukluğum, gençliğim, ömrüm var. O karanlık bodrumlarda, toz tutmuş sayfalarda, duvara dönük kırık sandalyede… Artık annemin sesini duymadığım sise bulanmış sabahlarda. Babamla göz göze gelmekten çekindiğim dar koridorlarda… Anla işte Hayri, Abdullah’ın rüyaları benim hayatımın ta kendisiydi.
Gök, bugün hastalıklı bir kuşla aynı yürekte. Baharın yüz okşayan tatlı meltemi dahi esmiyor artık. Bense günlerdir harflerle bir araya gelmeye çalışan bu kelimeleri sana yazmaya çalışıyorum. Ve kelimeler arttıkça, içimdeki boşluk da onunla beraber derinleşip daha çok açılıyor. Oysa ben bunları yazarken boşluk kapanır sanmıştım. Tıpkı senin gibi oluyorum. Sen, sustukça nasıl doluyorsan, ben de yazdıkça öyle dipsizleşiyorum.
Sana ulaşır mı bu mektup, bilmiyorum. Ama ben… Yazmalıydım. Çünkü o rüyalar, benim yazılmış hayatımdı. Ben, senden sonra gelen… Bunları okumuşsan; Yıkıldığım karanlığı, Gazze’nin ağırlaşmış feryadıyla duyacaksın. Çünkü Gazze’yim ben, onun da benim de yükümüz hafiflesin istiyorum. Bak işte Hayri, görüyor musun, karanlık içerisinde karanlık, aydınlık içerisinde aydınlık var… Karanlık içinde karanlık dedim ama aklım tenha sokağında var olan gerçek şudur, en koyu geceden sonra şafak hep sökmüştür. Şimdi sana sormak istiyorum, yıkılan tekrar ayağa kalkar mı?
Ben, seni tanıyorum Hayri. Sen de beni tanı. Savaşla yankılanan şey, her neyse, onunla anlaşalım.
Güzel olan hiçbir şeyim kalmadı Hayri. Ama belki dünyanın bu çılgınlığında bile bir güzellik vardır.
Dünyanın en karanlık ve pek huzursuz Hayri’si, Karanlıkla sarılı bir dostunun ağlayışı işte budur.
***
Sevgili dostum Mümtaz; sana Hayri İRDAL’e yazdığım bu mektubu aktarırken, sanırım geçmişin silik izlerini bulmaya çalışıyordum. Fakat sonunda fark ettim ki, ne geçmişin, ne de zamanın yitimi beni ferahlatmaya yetecek. Artık kabullenmem gerektiğini anlıyorum. Ve şimdi, senin silikleşen hayalinde, kendi huzurumu buluyorum. Yitirilmiş zamanın ardından bir anlam doğar, derler. Senin deliliğin, benim içsel uyanışımın habercisiymiş.
Bu mektubun karanlık satırları, sende hangi hislere neden oldu, sende neyi uyandırdı merak ediyorum. Fikrini, düşüncelerini ve mektubu okuduktan sonra içindeki aynalardan birinde kendini görüp görmediğini bilmek isterim. Yazdıklarımı iyice düşünmeni ve iç âleminde yarattığı etkiyi benimle paylaşmanı sabırsızlıkla bekliyorum.
Hüzünlü ve melankolik gölgeden selamla.
Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit. Ut elit tellus, luctus nec ullamcorper mattis, pulvinar dapibus leo.