Kaptanı Peygamber Olan Gemi
ve
Hüzün
İnsanın dünyadaki cehennemi nedir, diye sorulursa hiç düşünmeden anlaşılmamak ve mazur bıraktığı yalnızlıktır, derim. Yaşam boyu pes etmeden yaptıklarımızın anlamsız kalması da bu cehennemin en kırılgan noktasıdır. Bu, bir kriz olarak ömrün belirsiz yüzünü görünmez perdelerin ardında içten içe kemirip duran bir gölgedir. Yalnızlık, zaman içerisinde belleği öylesine parçalar ki o vakit dile gelen şundan başka bir şey değildir: “Mağlup oldum Allahım, yardım et.” İnsanın içini ürperten bir boşluk gibi yürekten yükselen bu feryat, kökü diplerde bulunan bir buz dağı gibidir. Bir de, Allah, tarafından uyarsın diye gönderilen peygamberlerin durumu vardır. Hiç şüphesiz onların bu dünyada iken yaşadığı yalnızlık, hüzün ve keder olayın en çok dile getirilmiş halidir. Yine de o mübarekler arasında öyle bir peygamber var ki, onun en yakınına karşı mağlubiyeti hep eksik aktarılmıştır. Ve onun yalnızlığı: Umutsuzluğa kapılmayan ama umutla da yaşayamayan bir insanın en hazin öyküsüdür. Onu sarsan en büyük gerçek ise anlattığı hakikatin en yakınları tarafından bile anlaşılmamış olmasıdır. İşte bu peygamber…
Hz. Nuh’un 950 yıl süren peygamberlik mücadelesi, her şeyi sular altında bırakan tufan ve tufandan kurtulmalarını sağlayan gemiden ibaret değildi. O müstesna insanı böylesine eksik bir anlam içerisine sıkıştırmak büyük haksızlık olur. Onun iç aleminde yaşadığı kırılmayı ve her tarafına sirayet etmiş hüzünü düşünmemek ve kavramamak… Doğrusu bu hiç akıllıca bir iş değil. Onun anlatılmayan hikayesi, kesintisiz süren mücadele içerisinde titrek bir kuş gibi nasıl çırpındığında saklıdır. Anlam arayışı, karşılıksız kalan her şeyin arasında inancın bir sığınak olarak onu nasıl var ettiği gerçeğidir.
Bir insanın tüm ömrünü davasıyla nasıl da yüceltmeye çalıştığını düşünün. Ağırlığını kavrayamayacağımız yüzlerce ay boyunca anlattığı hakikatler, saman alevinin tutuşması gibi hemen sönüp gidiyordu. Belki de hiç tutuşmuyordu bile! Yürekleri yakması için dile getirdiği inciler anlayışsız insanlar tarafından kırılıp etrafa saçılıyordu. Bi düşünün, kutsal sözlerin bir çöp gibi rüzgârda savrulduğunu, gözlerinizin içine baka baka sizinle dalga geçildiğini… Tüm çabanıza rağmen alaya alındığınızı… Karanlıktan çekip çıkarmak için yüreğinizi ortaya koyuyorsunuz, ama buna rağmen dudaklarda hor gören tebessümden başka bir şey bulamıyorsunuz. Nasıl hissederdiniz? Allah, size anlat, demiş. En uygun yolu bulup karşılaştığın herkese anlat. Aynı şeyi yüzyıllarca durmaksızın anlattınız ancak buna rağmen neredeyse hiçbir kalbin kapısından içeri giremediniz. Bunun ne büyük bir cehennem olduğunu anlayabiliyor musunuz?
Hz. Nuh, bir peygamberden olmaktan önce bir insandı. Hangi insan, aynı sözcüğü binlerce kez tekrar etmesine rağmen defalarca reddedilmeyi anlayışla karşılayabilirdi? Kim bu yıkım içerisinde dimdik ayakta kalarak vazgeçmeden anlatmaya devam edebilirdi? Kim alaya alınmayı, küçük görülmeyi ve hatta en yakınları tarafından terk edilmeyi kabul edilebilirdi? Hiç düşündünüz mü, Hz. Nuh’un kırılan kalbini? Göğü çatlatan yürek çığlığını? Ömrü boyunca şahit olduğu inkâr karşısında yaşadığı yorgunluğu? İçini kemiren derin hüzünün nefesini nasıl kestiğini?
***
Bir de oğulları ve kızları vardı… Kenan, ah Kenan! Oğlu Kenan… Kenan’ın yanlış yola sapması… Düşünün o, sadece bir baba değil, aynı zamanda hakikat incilerini anlatmakla yükümlü bir peygamberdi. Peygamber bir baba için evladının inkârından daha incitici ne olabilir? Oğlunun, göğsünde açtığı yara, taşıdığı ilahi görev düşünülünce kim bilir ne büyük bir ağırlık oluyordu. Kimi zaman fısıltıyla, bazen şefkatle ve çoğu zaman sarsılmaz sabrıyla seslendi: “Oğlum,” dedi, “Gel, kurtuluş Allahtadır.” Ama Kenan, suların metrelerce yükseldiği o dehşetli günde bile, sırt çevirdi. Nuh’un elini itip “Ben dağa sığınırım,” dedi.
Bir baba, bir insan, bir peygamber… O, o an ne yaptı? İnsanlar içerisinden bir insan olan Nuh’un içi içini yemedi mi? Oğlu kaybolup giderken kahrolmadı mı? Gözleri nemlenirken, azgın dalgaların arasında göğe doğru çığlığı yükselmedi mi? Peygamber olmaktan öte bir baba olarak önce oğlunu kurtarmak istedi. Peygamber olarak biliyordu ki, hidayet sadece ama sadece Allah’tandı. Onun en büyük imtihanı buydu. Belki de tufanı yaratan onun evladı için döktüğü gözyaşlarıydı.
***
Akın akın gelen hayvanlar inşaa edilen gemiye doğru yürüyordu. Çift çift gelen bu hayvanlar, sorgusuz itaatin, doğuştan gelen içgüdünün yansımasıyla boyun eğiyorlardı. Ne isyana dair bir hareket ne de buna sebep olacak bir kibir taşıyorlardı. Ama ya akıl erdiren insanlar… Olacakları hissedip çiftiyle gelip gemiye sığınan her hayvan gibi, insanların da hakikate yönelmesini istiyordu Nuh peygamber? İsmi serinlik, rahatlık, sakinlik anlamına gelmesine rağmen hakikate yönelmeyen insanlar onda sadece taş kesilmiş kuru bir inat görüyordu. Ve onun asırlarca anlattıkları bir kenara itilmişti. Şiddetli fırtınalar koparken bile insanlar her şeyi küçük görüyordu. Acaba kuru inadın asıl sahibi kimdi? Ah, bir bilebilselerdi. Belki de o zaman Nuh’un gözyaşları her tarafı sular altında bırakmazdı. Tsunamiler çıkarıp dağlar dalgalarla dövülmezdi…
Sular yükseldikçe geminin kapıları yavaş yavaş kapanıyordu. Kapılar kapanmadan hemen önce Hz. Nuh, dönüp gelen var mı diye bakıyordu. Bir komşusu , bir dostu, akrabası ya da daha önemlisi oğlu! Her seferinde belki isyanından vazgeçen vardır diye bir kez daha dışarıya bakıyordu. Küs değildi, kimseye dargın da değildi. Ama içindeki o doldurulamaz boşluk, onun yiyip bitiriyordu. Gemi de artık kapanacak kapı kalmamıştı, sığınak için her şey tamamlanmıştı. Ama uzattığı elleri… Elleri her seferinde geri çevrilen bir peygamberin yaşadığı o tarifsiz mağlubiyeti… “Mağlup oldum Allahım, yardım et…” diyordu. Bu haykırış binlerce yıl öncesine ait olmasına rağmen hala canlı hala dipdiri. Kor alevli bir ateş gibi hepimizin gönlünü yakmaya devam ediyor. Belki de bu durumun sebebi kendi hayatımızla yaptığımız kıyastandır.
***
Bu hikâye, sadece eski bir anlatı değil. Bugün bile bir baba, anne, abi ya da daha başka bir şey olarak ruhumuz tıpkı onun ruhu gibi daralıyor. Onu anlamayanların bugün de, bizi anlamadığını düşünüyoruz. Darılarak, küserek, kırılarak daha doğrusu kaçarak sırt çeviriyoruz. Mağlubiyeti kabul etmeden daha kendimiz ışığa bulanmadan… Hakikati anlatmaya çalıştığını iddia eden bizler Hz. Nuh’un yalnızlığında kendimizi bulabiliyor muyuz? O, sadece bir peygamber olarak değil, ruhen yıpranmış ama inancını kaybetmemiş bir insan olarak da bizlere bir örnektir. Ama onun hüznü ile bizimki arasında fersah fersah mesafeler bulunur. O, Allah için adım atarken, biz nefsimiz için geri kaçıyoruz. Kim evladı için bir peygamberden daha şefkatli olabilir?
Hz. Nuh’un bize sonucun değil takip edilen yolun önemli olduğunu hatırlatsa da… O, geriye çağları aşan sessiz bir teslimiyet bıraktı. O, tufanın en çetin anında bile, derin bir huzur taşıyordu. Ve işte bize en büyük teselli: Elinden geleni yap merhamet de hidayet de Allah’tandır, senden değil.