Karıncaların Ayak Sesi
Bir yerden bambaşka bir yere gitmenin sancısı… Bilindik bir evden… Anısı hala canlı bir sokaktan… Tatlı bir sesin az önce yankılandığı eşikten…
…
İnsanlık tarihinin en eski ve en kara ciltlerine kazınmış uğursuz lekesi nedir, diye hiç düşündünüz mü? Bu şey, garip bir boşluk hissi verir, niçin hala beklediğini bilmeyen bir hale koyar insanı. Sessiz, görünmez ve anlaşılmazdır. Büyük felaketlerden sonra insanların bölük bölük yer değiştirmesinin adıdır. Bir zamanlar cıvıl cıvıl, coşkun ve kocaman olan şehirler savaşlarla enkaza dönüşünce sokakları ıpıssız bırakacak kadar güçlüdür. Geçmişe ait tüm güzellikleri bir çırpıda yok eder ve gözlere sinen dehşeti kederle büyütür. Sonraki nesilleri kara bir mühürle mühürler. Onu var eden sebep ne kadar şeytani ise yola mecbur bıraktıkları o kadar masumdur. O masum çehrelerin altında, gölgelere karışmış devrik hikâyeler bulunur. Dilden dile dolaşarak her tarafa yayılan hüzün hikâyeleri. Öyle ki, yalnızca kalbi hassas olanların hissedebileceği ezeli ağıt… Ama yine de başa gelmedikçe kimse onu ciddiye almaz, çünkü anlamaya dair bir girişimde bulunmaz hiç kimse.
Bir yerden bambaşka bir yere gitmenin sancısı… Bilindik bir evden… Anısı hala canlı sokaklardan… Tatlı bir sesin az önce yankılandığı eşikten… İşte bu yok edilmiş kimliklerin öz benliklerinden kopartılışlarıdır.
…Oysa yalnızca bir mekânı terk etmenin değil, insan ruhunun kat ettiği en karanlık mesafenin ayak izidir o. Ve o ayak izinde niçin beklediğini bilmeyenlerin bulanık hayaletleri meçhulde yol gezer. Her adım, kaybolan bir anıyı gömer toprağa; her soluk, bir başka kaybın hüznüyle deşer toprağı.
Bavulları hazırlayıp yolculuğa çıkmak, yeni başlangıçların müjdecisiydi. Peki ya bu? Bu, neyin habercisi ya da neyin müjdecisidir? İnsanların ardında bir hayat bırakarak yürüdüğü belirsiz umudun adı değil midir? Unutulmaya mahkûm anıların ya da geride kalan yüzlerin çığlık koparan vedası değil midir? Gidilen yol çoğalır; çoğalır ama eksikliği, yarım kalmışlığı onların içlerinde her zaman bir ukde olarak bırakır. Ve yüreklerine çarpan kılıç darbeleriyle kavuşmayı lime lime eder bu şey. Her şeyin ama her şeyin en parçalanmış halidir bu. Yüzyıllar önce kök salmış çınarların ve yeni yetme fidanların sökülüp yurtlarından atılmasıdır. İnsan göğsüne; üstünde akbabaların, kuzgunların uçtuğu mezar taşlarının dikilmesidir. Tüten ocağı terk etmek, ata yadigârı toprağı; anıları geride bırakmak… Bir daha geri dönmeyecek şekilde bir eşiği daha aşmak… Ne varsa topyekûn geçip gitmek… Ve her adımla ağırlaşan ömürün tükenişini seyretmek… Anlayabiliyor musunuz?
Bozgunun ağırlığıyla bedenler ait oldukları topraktan koparılmaya zorlansa da ayaklar, kök salmış bir ağaç gibi inatla direnmektedir. Kaygan zeminde attıkları her zoraki adımla daha çok düşüp, daha çok ayağa kalkmaktadırlar. Her hantal adımla metreler kilometrelere dönüşüp tozu dumana katmaktadır. Toz yığınına bulanan hayatlarında artık neşenin, sevincin yeri kalmamıştır. Aştıkları her metreyle yaşanmışlıkları arasına kalın bir perde girmiştir ve maziye doğru bir sarmal şekline gelerek incelip kopmuştur. Bu durum geçmişle gelecek arasında süregelen köprüyü de yıkmıştır. Artık dönmek umudu yalnızca bir hayaldir ve onlar için ileri doğru adım atmak cehenneme yuvarlanmakla aynı anlama gelmektedir.
Savaş, yıkım, pişmanlık… Her evin giriş kapısına dayanır ve ardında ıssızlık bırakır. Sonra herkes sadece taşıyabileceğini alıp, bir ümidin peşine takılır. Bu bir keşif değil; bir kaçıştır. Yaşamak için, hayatta kalanları korumak için, mecbur kalındığı için… Ocaklara düşen ateşin yarattığı ruhsal eksilme, insan zihninde tarifi mümkün olmayan yangınlara sebep olur… Kalan zamanın ne getireceğini bilmeden, tükenmiş bir şekilde yalnızca yürümeye başlarlar. Geriye bakmadan, hissizleşerek yürürler. Umudun kalan son kırıntısını kapmak için ötelere doğru yavaş yavaş; ama en kötüsü belirsizliğe doğru… Bu yolda, insan belleği paramparça olur. Ayaklar yürümeye devam ederken akıl tutulur. İleriye doğru adımlar atılır ama hiçbir yere varılmaz. Geriye bakmak ölümcül bir suçtur, çünkü her bakışta geçmiş yeniden kanar. Ve her göz teması, ömürlerin un ufak suretini taşır.
Beyaz bir perdenin arkasında kesik kollar, kopmuş başlar, dizilmiş ölüler, oyuncak gibi oynanmış ve dağıtılmış bedenler… Bir zamanlar kahkahalarla dolan sokaklar, şimdi toprağın donmuş yüzeyinde fersizdir. Tozlu yollar, çocuk seslerini yutmuş, fırtına hatıraları bilinmez diyarlara sürüklemiştir. Ve insanlar keyifli bir yolculuğa değil, kendi içlerindeki sessiz dehşete sürüklenmektedir.
Geçmişi bir kambur gibi sırtlanarak kaçmak. Her adım, izi görünmeyen bir mültecinin haykırışıyla olur. Umutluyuz, ifadesi bilerek söylenmiş yalanın diğer adıdır. Belki bir bebeğin ya da gebe bir kadının veya henüz gün görmemiş bir yetimin güvenliğini sağlamak için söylenmiş ne toz ne de pembe bir yalan… Hakikatte ise yalnızca bir yanılsamanın dile gelim şekli. Yolun gerçekliği, hep düşmekten ibarettir. Çakıl taşları arasında her an kaymaya hazır onca ayak… Sığındığınız yalanın kurşun gibi ağır ve soğuk olduğunu bir düşünün. Koca şehrin bin yıllık kalesi nasıl düşerse, işte bir insanın içindeki heyecan da öyle düşer. Yenik çehreler, bükülmüş boyunlar, geleceği karamsar umutlar…
Yolun bile tükenmiştir artık. Üzerinden geçen yüz binlerce adımın yükünü omuzlarken sessiz ve sefildir. İnsan da yoldan farksızdır. Durma biçimleridir. Onca kalabalık içinde tek başınadır insan. Mutsuz ve üzgündür. Hemen yanı başında, önünde ve arkanda yığınlar vardır ama herkes yalnızca kendi kaybını taşır içinde. Ateş her yeri küle çevirmiştir, ama herkes kendi cehennemiyle ilgilidir Biri, kucağında emzikli bebeğinin solgun yüzünü; biri, yaşlı bir dedenin soğuk ellerini; biri, evlendiği eşinin artık ulaşamayacağı gözlerini taşır yüreğinde. Ortak kaderleri, ortak yıkımları olmuştur.
Ve yol, her şeyi alıp götürmüştür. Sadece umutları değil; insanları, arzuları, sesleri, geleceği… Arkalarında bıraktıkları, yalnızca harabe olmuş şehirler değildir. Daha az önce yeni bir doğumla cümbüşe dönen ev, artık ölülerin altında ezildiği bir karabasana dönüşmüştür. Her basamak, yabancı bir gerçekliğin yüze vurumudur. Dinlenmek için durup yaslandıkları ağaçlar, kayalar ve akarsular bile tanıdık değildir. Gökyüzüne dalıp giden gözlerinde ışığı sönmüş boşluk vardır. Aidiyet, duyguları neliği belli olmayan bir paçavra haline gelmiştir.
Sonsuza dek sürmeyecek yürüyüşün sonunda ne bulunur? Yolun sonunda onları ne bekliyor? Sahiplenemeyecekleri bir avuç toprak mı? Yoksa daha oraya bile alışamadan yeni bir yolculuğun seferi mi? Göç etmek, nedir? Varmak mıdır? Sakinlik ya da huzur arayışı mıdır? Ardında her şeyini bırakan insan nasıl bir daha tamamlanır?
Göç, insanlığın en eski ve en karanlık hikâyesidir. Savaş, felaket, soykırım, ihanet ya da doğal bir afet… Sebep ne olursa olsun… Bilindik bir evden… En çok iz bırakılan sokaktan… Hâlâ sıcak olan bir eşiğin… Hiç kimsenin dinlemediği, anlamak istemediği bir sözden… Öz kimlikten kopuşun ifadesidir. Ve bu ifade, hiç silinmeyecek kara bir mühürdür.
Bu yürüyüş, insanlığın en zayıf çığlığıdır. Ve onlar karıncalar gibi yürürken, Sur’a üfüren büyük ses, belki de sadece cılız ayak sesleridir…
Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit. Ut elit tellus, luctus nec ullamcorper mattis, pulvinar dapibus leo.