On Üç Dakikanın Laneti
Hu… Hu… Üç kere, beş kere, yedi kere hu!
İçinden bir hüzün göğe doğru yükselen çatlak, keskin bir ses gibi yükseldi. Rüzgârla sallanan yaprakların, pencere deliğinden ince ince sızan ıslığın, deprem etkisiyle toprak içerisinde oluşan çatırdamaların, yer faresi, köstebek, bataklık derinliğinde kurbağa cırtlaması ve kafasını topraktan yeni çıkarmış bir çekirgenin sesleri gibi bir hüzün. Hemingway’in hikâyesi, zihninin karanlık dehlizlerinden fışkıran dış sesi; gök ile birlikte kulaklarını çınlatıyordu. “Hey,” diyordu aklını ve vicdanını ürperterek, “Orada mısın?” Sempatik sinir sisteminin adrenalin salgılamaya başlaması; kalbine, korkudan yerinden fırlayacak bir hal verdi. Hemen yatağından fırlayıp, antikayı andıran, kapağı kırık dolaba girdi. Dolap içerisindeyken rahatlamasına fırsat vermeden, o ses yüreğini yerinden sökecek gibi tekrar haykırdı, “Hey, orada mısın?“
Kulaklarını ikinci defa çınlatan bu söz dizisiyle kötü bir şey olacakmış hissine kapıldı. Gerginliği arttı, adeta dizlerinin bağı çözüldü, göz bebekleri büyüdü, gözleri yuvasından fırlayacakmış gibi göz çukurlarını zorlamaya başladı. Başını dik bir vaziyette göğe dikti. Dolaba saklanmış olmak işe yaramamıştı. Dolaptan çıkıp, onu tavan arasına götürecek merdivenlere doğru koştu. Düşe kalka merdivenin ilk basamağına vardığında, merdivenlerden doğruca loş ışığın yer yer aydınlattığı karanlık tavan arasına attı kendini. “Oh be, beni burada bulamaz,” diye düşünmeye başladı. Sonra yanan mumu hatırladı, erimeye başlayan mumu. Erimeye yüz tutmuş on üç dakikalık zaman dilimi hızlı hızlı akmaya başlamış da adeta onu kendisine hapsetmiş gibi. Nedense tavan arasında iken kendini on dakikalığına rahat bırakırsan bundan sonrası için her şeyin daha iyi olacağı fikrine kapıldı. Balta girmemiş ve patikanın olmadığı bir ormanda bir ceylanla beraber oradan oraya sekerken bulacakmış gibi mükemmel bir duygu misali… Kaplandım. Karanlık içime işlememiş ufkumu bir aydınlık kaplamıştı sanki. Oysa gerçekte durum hiçte öyle değil. O sesi tekrar işitebilirdim, ruhum daha derin hasarlarla tekrar yaralanabilirdi. Gökyüzüne doğru bir ses yükseliyordu, yeryüzünde vuku bulan arşı titretecek bir ses… Hemingway’in anlatamadığı o bebek sesi!
Ormanda, ceylanla beraberce kâh bir taşın üzerinden çimlere, kâh bir tepenin üzerinden ağaçlara doğru sektiğimde hedeflediğim noktalardan birine konmak üzereyken “Hey, orada mısın?” Cümlesi ormanın nefesi; dolunayı yeni görmüş bir kurt sesi gibi kulaklarımda yankılandı. Dibi olmayan kuyuda sıkışıp kalan ve çevresinde kendisini kurtarabilecek hiçbir şeyi olmayan ejderha yavrusunun boş bakışlarındaki anlamsızlık gibi loş ortamı seyrettim. Ellerimi yumruk yapıp yorulana kadar çatıya vurmaya başladım, vurdum. Vurdum… İşe yaramayınca yerimden hiç kıpırdamadan tavanı tokatladım, en sonunda ise uzamaya yeni başlayan tırnaklarımla bir çatıyı, bir de üzerine oturmuş olduğum beton zemini kazımaya başladım. Öyle ki parmak uçlarım al kanlardan görünmeyecek bir hale gelmişti. Kaldırıp ellerimi, bakmaya çalıştım parmaklarıma. Ama içerinin loş olmasından ziyade açamadığım gözlerimden dolayı parmaklarımın ne kadar zarar gördüklerini anlayamadım. Bir inilti ile tavan arasını sarstım, o esnada içimde bir his tam olarak fark etmesem de sadece üç dakika kalmış olduğunu bana hatırlatıyordu. Sadece üç dakika…
Eğer üç dakika daha sabredersem bu işkenceden kurtulacak, esenliğe kavuşacaktım. Fakat üç dakikanın ömrümden düşmesi bana üç asırlık bir zamana mal olacak gibiydi. Bu üç asırla beraber otuzüçlük yaşım üç yüz otuz üç olacaktı. Gözyaşlarımda kurumuş sular bir bir avuçlarıma dökülürken, kan çanağına dönmüş gözlerim; bana doğru bir ağacın üzerinden sekerek gelen ceylanı gösteriyordu. Ceylanla beraber zıplamış ve henüz hedeflediği noktaya konmamış ama konmak üzere olan bir adam da vardı. “O adam ben miydim?” Kafasında yer yer kırlaşmış saçları, alnında birikmiş manasız, insanı kahredecek çizgileri, yüzünde oluşmuş garip şen kahkaha ve çita çevikliğini andıran hareketiyle; evet, tüm bunlar bana ait olan özelliklerdi. Evet, evet o bendim. İşte hedeflediğim yere konuyorum, ceylan ümit dolu gözlerle bana bakarken, ben şen kahkahayla yerden üç metreye kadar zıplıyorum. Yükseliyorum, yükseliyorum ve başım, başım dönüyor. Kendimi kontrol edemediğimden yükselirken başım bir ağaca çarpıyor. Yere düşüyorum. Düşüyorum. Düşüyorum. Gözlerim kapanıyor, açtığım zaman kafamda ışığa maruz kalan migren hastasının başındaki ağrı gibi bir ağrı. Ellerimle başıma dokunuyorum beyin sıvım sanki kafatasımdan boşluğa sızıyor. Bir ses duyuyorum, “Hey” diyor. “Orada mısın?” Mum geliyor aklıma, mumu görüyor gibi oluyorum. Mumun erimesi için geçecek on üç dakikanın sona ermesine üç saniye kalmış. Üç saniyelik migren ağrısı, dayanamıyorum. Gözlerim yavaş yavaş kapanıyor, sadece bir saniye kaldı baş ağrımdan dolayı canhıraş bir ses doluyor ağzıma bağırıyorum ve gözlerim, gözlerim kapanıyor. Üç saniye sonra yüksek bir sesle bağırarak gözlerimi açıyorum. Yatağımdayım, yastığım gözyaşlarımla ıslanmış, kalbim küt küt atıyor. Neler olduğunu hatırlamaya çalışıyorum ama hiçbir şey hatırlamıyorum. Yavaşça yatağımdan kalkıp antika dolabından saklamış olduğum fotoğraf albümünü almaya gidiyorum. Neden böyle yaptığımı bilmiyorum. Antika dolabında fotoğraf albümü var mıydı? Bunu düşünürken yatağıma doğru dönüyorum, zihnim karmakarışık. Elimde bir fotoğraf albümü var mı, yok mu? Anlayamıyorum. Pencereden dışarı bakıyorum uzak bataklıkta kurbağa varaklıyor, bir çekirge başını topraktan çıkarmış cırcır bağırıyor. Gidip yatağıma giriyorum, pencerede bir ıslık gibi rüzgâr uğulduyor. Bir ses duyuyorum “Hey, orda mısın?” Ürküyorum, hemen koşup antika dolaba…
Hu… Hu… Üç kere, beş kere, yedi kere hu!
Be-be-ği bul-mak as-lın-da o-lan, yok
Sa-tı-lık fi-şek e-lim-de si-lah, var
Yok, be-be-ğin yü-kü a-yak-la-rın-da, parmaklar
Var, sa-tıl-mış fik-rin he-ze-ya-nın-da, “…”