Anlam Birliği Üzerine Bir Deneme
Hayatın başlı başına “tek hakikat” olduğunu ve her şeyin bu hakikat içerisinde şekillendiğini söyleyebiliriz. Ancak, yaşam serüvenindeki deneyimler, farklı düşünce ve fikirler kişiye özel olduğundan, inşa ettiğimiz öznel gerçekliği tek ve sarsılmaz hakikat olarak görürüz. Çelişki gibi görünen bu ifadelerde herhangi bir problem olmadığını düşünebilirsiniz, fakat şunu sormaktan uzak kalamayacağım: Nasıl olur da aynı hakikat etrafında toplandığını iddia edenlerin ölümüne savunduğu ya da uğruna kelleler aldığı duruş biçiminde çıkardığı sonuçlar birbirinden farklı olabiliyor? Aynı sözcük birini savaşçı yaparken nasıl oluyor da bir başkasını sakinleştirmeyi başarıyor?
İki kere iki eşittir dört, matematiğin en temel ön koşuluydu. Matematik için referans alınan bu koşulla sayılar, kimsenin itiraz etmeyeceği şekilde inşa edildi. Dünyanın neresine gidersek gidelim, matematikteki bu önkoşul her yerde aynı gelişimde şekillendi. Bu değer, farklı biçim ve formlarla telaffuz edilse de ifade ettiği şeyin rakamsal değeri değişmemekteydi. Yani, yaşam serüvenindeki deneyimler ve farklı düşünce ve fikirler kişiye özel olsa da kanun hükmünde bulunan bu veri, insanlığı adeta yekpare haline getiriyordu.
Bu bilimsel ilke, insana neden sözcüklerin manalarının sayılar gibi her yerde aynı anlama gelmediğini sorgulatıyor. İnsan, tabii olarak sayılar dünyasındaki bu değişmez yasaların, herkesi bir arada toplayan gizlenmiş kodların, herkesçe aynı manaya gelen ve düşüncede dahi yansıması değişmeyen verilerin sözcüklerde de olmasını istiyor. En azından kelimelerin dünyasında böyle bir şey olsaydı, daha mutlu ve tutarlı olurduk. Ancak, konuşmaya başlarken ilk söylediğimiz şeyin anlamı çoğu zaman muğlak ve belirsiz oluyor. Belirsizlikle birlikte mecaz anlatım yolunu da tercih ediyoruz. Ve bizler çok iyi biliyoruz ki ‘dil’ kanun ya da teori değildir. Bu da dili eğilip bükülmeye maruz kalan bir nesne haline getiriyor. Sözcüklerin sihirli kullanımıyla apaçık ortada olan bir hakikati inkâr etmemek işten bile olmuyor, bunu da çok iyi biliyor ve buna çokça şahit oluyoruz. Laf cambazlarının kelimelere kattıkları yeni bakış açılarından sonra aynı sözcük, zihnimizde yeni çağrışımlarla doğuyor ve kelimelerin kırılgan yapısından dolayı “aynı” dilsel ifade hepimize ayrı ayrı pencereler açıyordu.
Örneğin, ‘kuş’ sözcüğünü ele alalım. Bu sözcük, kimimiz için serçeyi, kimimiz için kartalı, kimimiz için de bambaşka bir canlıyı temsil edecektir. Her ne kadar ‘kuş’ derken zihnimizde kanatları olan, iki ayaklı, gagasıyla beslenen ve yumurtlayarak çoğalan bir canlı şekillense de, serçenin kartal olmadığı gerçeği bizi daima yanıltacaktır. Yeni bir şeyi icat etme tutkusuyla biri aslana kartal başı ve kartal kanadı ekleyerek hayatımızda asla var olmayan yeni bir türden bahsedecektir. Ortaya çıkan yeni türle birlikte kuş tanımımız genişleyecek ve bambaşka sonuçlar şekillenecekti.
Peki, bizler basit bir şekilde ifade edilen ‘kuş’ sözcüğünde bile ortak bir noktada buluşamayacaksak konuyu nasıl kavrayacağız? Hangi noktalarda bir araya gelip hangilerinde farklı olmamız gerektiğini nasıl anlayacağız? Toplu kavrama hareketini dile getirenler bile sarf ettiği cümlelerle bizlerin bütününü yakalayamazken, biz dinleyiciler nasıl birleştirici bir hükme varacağız?
İşte tam bu noktada, dil için de tıpkı matematikte olduğu gibi ortak bir kabul ve belirleyici bir referans noktası bulma gerekliliği baş gösteriyor. Söz konusu referans noktası hem bizim gibi olmalı hem de içimizden en iyisi. Hem yiyip içmeli hem de asla israf etmemeli. Hem sesini en uzaktakine duyurmalı hem de bağırmamalı. Hayatı sözcükleriyle; sözcükleri hayatıyla çelişmemeli. En önemlisi ‘kırılgan‘ olmamalı. Yeri geldiği zaman en yakınındakine bir köleye layık gördüğünü layık görebilmeli. Sağlam anlayışa ve çelik iradeye sahip olmalı. Söylemleri çağları aşmalı ve her çağda uygulanabilir bir yol açmalı, problemin çözümü için uygulanabilir yöntem belirleyebilmeli. Daha önemlisi konuştuğu zaman dile getirdiklerini ondan asırlar sonra gelsek bile o an yanındakilerin anladığı neyse bizim anlayacağımız şeyin, çıkaracağımız sonucun farksız olmasını sağlamalı. Yorum yolunu kapalı tutmalı.
Örneklemi uzattıkça uzatabiliriz, oysa dünyamızda bahsi geçen konunun karşılık bulması çok zor. ‘İnsan, insanın kurdudur‘ tanımlaması ve bu tanımlamanın geniş bir kitle tarafından kabul edilmesi de ayrı bir güçlük yaratıyor. Herkes kendi inancını temsil edeni ‘en iyisi işte budur’ diye görüp daha makul bir fikre kapalı oldukça, hem zorluk artacak hem de bütünleştirici unsura ulaşmamız asla mümkün olmayacaktır.
Acaba kelimeleri sayfaya nakşeden kişi, söylemin neresinde kalıyor, demek en tabii hakkınız. Amaç aynı noktada buluşmak olduğu için sayfaya kelimeleri dizenin değil, hakikat diye gösterilecek noktanın gerçekten hakikat olup olmadığı gerçeğidir. Eğer işi yazma eylemini gerçekleştiren şahsa indirgersek sonuç değişmeyecek, aynı tepeden aşağıya doğru yuvarlanmaya devam edeceğiz.
Her şeyden bağımsız olarak, şimdi karşımıza çıkan sorun şu oluyor: Referans noktası olarak kabul ettiğimiz insanın söylemlerini nasıl ortak bir şekilde değerlendireceğiz? Madem sözcükler kırılgan ve kaygan bir zeminde, herkes yine içine doğan aydınlığa göre şekillendirmeyecek mi hakikatini? Hâlbuki hakikat tek ve birdir. Eğer söylendiği gibi hakikat tek ve birse, o zaman bunu en iyi ifade edeni dinlemek ve ancak ona tabi olmakla konu çözülebilir. Bu gerçekleştiği zaman problem tereyağından kıl çeker gibi selamete kavuşacak ve kişi ile hakikat arasına giren her şey bertaraf olacaktır.
Son durumda, referans kabul ettiğimizin verdiği mesaj, iki kere iki eşittir dört olarak yüreğimize işleyecek ve matematikteki sayı birliği gibi dildeki anlam birliğini yakalayacağız. Ne mutlu müjdeli haberi verene ve ona uyana. Ne mutlu “sevgili, en sevgili, ey sevgili” dağılmışken bizi tekrar bir araya getireceksin, diyebilene.
—