Hafızanın Kırık Fay Hatları
Türkiye’nin sismik yapısı, çok derinlerden yankılanan acı çığlıklarıyla dolup taşmış bir uyarı mahiyeti taşıyor. Bu sebeple oluşan her yeni deprem, öncekilerin sessiz çağrısına bir ekleme yaparak bizlere adeta yalvarıp durur. Unutmayın, eğer unutursanız…. Der gibi. Yine de fısıldayarak yavaş yavaş kendini hissettiren bu çağrılar büyük bir dehşete dönüşeceği zamana kadar hem sebep olduğu önceki ölümler hem de yıkımlar hızla unutulur. Marmara’dan, Erzincan’a, Van’dan son olarak 11 şehrimizi vuran o en dehşetli sarsıntıya kadar hepimizin ortak yanı olan tek şey: Unutmak. Sanki olağanüstü bir şekilde bir türlü bir araya gelemediğimiz bu coğrafyada bilinçli olarak birleştiğimiz tek nokta: Unutmak. Sağcısından solcusuna, siyasetçisinden vatandaşına değişmeyen tek birleşim noktamızı hafızamızın bu kırılmış fay hattı oluşturuyor.
Unutmak, yürek yangınını daha çok büyütmemek için geliştirilmiş bir savunma mekanizması olarak düşünülebilir. Ancak bu coğrafyada unutmak, zaafın ya da ferahlamanın ötesine geçip büyük bir alışkanlık haline gelmiş yuhlanacak en basiretsiz vaziyettidir. Her ne kadar gündemin yoğunluğu ve sürekli cereyan eden büyük olaylar bir nokta üzerinde düşünmenize izin vermeyecek şekilde gelişse de… Söz konusu durumu ne anlamaya ne de açıklamaya yetecek bir ipucu taşıyor. Depremin ardından, enkaz altından çıkarılan çoğu bebek, kadın ve yaşlı masum bedenlerin soğuğu bile hissetmeden gömülmesiyle birlikte zihnimizin fay hattı da devreye giriyor ve belleğimiz de aynı anda toprağa gömülüyor. Hem de tıpkı onlar gibi kefene sarılıp yıkanmadan toplu şekilde kazılan çukurlara atılarak. Bu unutuş, felaketleri yeniler ve kayıpları katlayarak çoğaltır.
Bir ülkede refah içinde yaşamanın, ülkenin tabiatıyla barışık olmasının gerekli zorunluluğu, hafıza körleşmeye başladığında anlamsızlaşıyor…. Bakınız hala deprem önlemleri alınmıyor. Her ne kadar biz suçu sisteme, müteahhite, belediyeye ya da benzer bir yere atsak da işin ucu dönüp dolaşıp vatandaşa yani bizim aymazlığımıza geliyor. Çünkü acı, son “enkaz” kalkmadan çoktan bizi terk edip gitmiş oluyor. Binaları daha güçlü inşa etme gerekliliği, yaslar eksik kaldığında… Evet, işte “şehirler” eski yüzünü yeniden geri kazandı algısıyla yok olup gidiyor.
Bu ölümler kaderin bir parçası mıdır, değil midir? Bunu bu sahanın çizgisiyle kalbi gerçek manada atanlar açıklasın. Ancak, insan aklı ve öngörüsü, kaderin çizgisini çevreleyen nedenleri önceden fark etmek üzerine kurgulanmış mıdır? En azından bu çağın teknolojisi için bunu söyleyemez miyiz? Öyleyse, tüm bu yıkımlar ve ölümler, tedbirin alınmamasından kaynaklanan körlükten başka nedir? Coğrafyamızda bulunan bu afetin ortaya çıkardığı sonuçlar ihmalkârlığın ve unutkanlığın sonucu değil midir? Ama tam da buraya bir ekleme daha doğrusu bir dipnot düşmek istiyorum: Eğer insan hileyi, ihmalkarlığı, üçkağıtçılığı ya da olumsuz bir duruma sebep olacak dalavereyi çevirmezse veya sırf kendi menfaati için tuzak kurmaya yeltenmezse hangi bozuk sistemin söz konusu şeyleri yapmak için yeterince gücü olabilir? Ya da hangi aklı evvel yıkıma yol açabilecek bir yolu kendisine açılmış olduğunu görebilir?
Unutmak, sadece bir zayıflık değil aynı zamanda onun kadar kabullenmenin de yansımasıdır. Ve bu kabullenişin teslimiyetle de alakası yoktur. Acıdan kaçınmak, sözüm ona hassas şahsiyetlerin o pürü pak ilahi kudrete teslim olduğunu söylemesi ve unutması, gelecek yeni acılara davetiye çıkarmıyor mu? Hâlbuki Coğrafya’nın verileri bilimsellikle incelediğinde toprağın her gün kulağımıza ‘dehşeti’ fısıldadığını duyacağız…
Yıkım hafızamızda derin oyuklar açarken, bizi iyileştirecek olan unutma, suçu başkasına atma, tedbir almama değil; hatırlama ve acı hatıranın sorumluluğuyla yüzleşip hareket etmedir. Ve şunu ilave edeyim tarih, sırf onun tekrar etmesine izin veriyoruz diye tekerrür eder; bir ders alınmadığı için aynı şeyleri yeniden yaşatır durur.
Peki, unutmamak bu kısır döngüden çıkıp kalıcı bir şekilde hatırlamak ya da en azından önlem almak mümkün değil mi? Belki de bunun yolu, bir hiç uğruna toprağa gömdüklerimizin acısında değil, hala kucağımızda tuttuğumuz bebeklerin şen kahkahasında, coşkun yaşamındadır. Bebek hala kucağımızdayken, bir çiçek edasıyla mis kokusunu hala hissediyorken… Çok uzaklarda açtığını söylediğimiz o mis kokulu çiçeğin güzelliğine şahit olamk için tohum yeşertmek üzere…