Milyarlarca Yalnız
Kâinatın eşsiz karmaşasında, başlangıcını ve sonunu asla bilemeyeceğimiz kocaman bir hikâyenin küçücük kahramanlarıyız. Hikayelerimiz zamanın ve mekânın içerisinde debelenirken, beş duyumuzun ötesindeki devasa bilinmeze dokunamamanın hüznü kuşatıyor etrafımızı. Yine de var olduğunu hissettiğimiz şeylere tutunarak günleri ve peşi sıra ayları atlayıp gidiyoruz. Mavi bilyenin içerisinde, her biri kendi melodisini mırıldanan milyarlarca insan, trilyonlarca canlı ve hesaba gelemeyecek cansız şey… Tüm bunların arasında kimimiz ezanla uyanıyor, kimimiz çan sesinde durup düşünüyor; kimimiz moleküllerin dansına inanıyor ve benim gibi düşünenler ise mutlak bir iradeye boyun eğiyor… Farklıyız. Yaşıyoruz. Hem de öyle derin bir farklılık anlayışıyla yaşıyoruz ki, aynı kelimelere yüklediğimiz anlamlar bile aramıza binlerce ışık yılı mesafe koyabiliyor.
Merak ediyorum; nasıl oluyor da bu kadar ayrı köklerden filizlenmiş canlılık (özelde ise insanlık), hâlâ aynı toprağa kök salabiliyor? Nasıl oluyor da kainat kaotik bir düzensizlikle değil de anlayamadığımız kusursuz bir matematikle işliyor? Yanılıyoruz, belki de kaos, anlamlandıramadığımız düzensizliğin içine saklanmış düzenliliğin ta kendisidir. Belki de çatışmalarımız, henüz keşfedemediğimiz mükemmel uyumun parçalarıdır.
İnsan, ölümlü olduğunu bilen tek canlı /mı/. Bu bilgi, bizi hem güçlü kılıyor hem de derin bir yalnızlığa mecbur bırakıyor. Çünkü ölüm tek evrensel gerçek. İşte bizi bir arada tutan neden tam da budur. Eğer gerçekten birbirimize tutunuyorsak bunu sağlayan şey ölüm hakikatinden başkaca bir şey değil. Bir heyecan, bir soluk, bir hüzün, bir tasa, bir neşe, bir bakış, bir gülümseme ya da bir elin sıcaklığı… Bunların hepsi, “Ben yalnız kalmak istemiyorum” cümlesinin sessiz çığlıkları değil mi?
Farklı inançlarımız, farklı korkularımız, farklı sevinçlerimiz olsa da, hepimiz aynı korkunun, aynı umudun, aynı ışığın etrafında dönüp duruyoruz. Bu bizim anlamsızlığa karşı aradığımız anlam arayışı… O halde bizi bir arada tutan şeyin farklılıklarımızdan değil de yalnız kalma korkusundaki ortaklığımız.
Tarih, savaşların ve barışların kalıntılarından günümüze ulaşıyor. Yükselen imparatorluklar, düşen krallar, yıkılan saraylar; doğan dinler, insana hükmeden ideolojiler… Doğdu. Öldü. Doğdu ve öldü. Ama insan hep aynı insan. Hala et kokan, dünyaya gelen, büyüyen, akıllı, soğuk-sıcak, neşeli-mutsuz, kırılgan-dirençli… Korkan, seven, özleyen, inanan, bağlanan ama ne olursa olsun yaşayan. Demek ki gerçek düzen, tüm bu kırılganlıkların içinde saklı. Çünkü ancak yaşamı son bulacak olan, bir diğerine ihtiyaç duyar. Ancak ölümlü olan, bir sonraki nesle bir şeyler bırakmak ister. Sevincini, kederini, derdini, başarısını; yazdığı metni, çizdiği resmi, yaptığı yemeği; evliliğini…
Anlıyorum ki insan olarak tek başarımız, bu kadar farklılığa rağmen hâlâ aynı gökyüzüne bakabiliyor oluşumuz. Güneşin ilk ışıklarını selamlarken, birbirimize değil, bırakacağımız ize tutunuyoruz. Çünkü biliyoruz ki, bu izde yalnız olmadığımızı hissetmek, var olmanın en anlaşılır halidir. Varlığın ön koşulsuz tek gerçeği.
O halde görünmez ipliği dokuyan şey, sevgi değil, korkudur. Ölümün, yalnızlığın, anlamsızlığın, yitip gitmenin, hiç var olmamış gibi olmanın, ayak izinin silinecek olması korkusu. Eğer bu korku, bizi birbirimize bağlayacaksa ortalıkta korkulacak bir şey kalmayacak demektir. Çünkü hepimiz aynı hikâyenin karakterleriyiz. Yaşıyoruz. Kâinatın ortasında, küçük ama anlam arayışında bir nokta olarak.
Bir sesin, başka bir sese kulak vermeye gönüllü oluşu…
Yine de hiç kimsenin hiç kimseyle aynı fikirde olmaması, koca kainatta yalnız biz varız demekten daha korkutucu geliyor bana. Bir düzene bağlı her şeyin dengesini bozan bir virüs, bir parazit ya da… İşte böyle… Başka bir sese kulak vermeyen başka bir ses…