Ölü Gelin
Adı belirsiz vakitte
Karanlık, uçsuz bucaksız bir çöl gibi dimağımı çatlatırdı
Ayak uçlarımın derin izleriyle mesafeler uzaklaşırken
Zihnimin gelgitleri arasına ansızın çakardı şimşekler
Işık zerreleri iç içe geçerek ise bulanırdı
Endişeyle dolan gözlerim
Bakışlarımın tedirgin boncukları arasında boşluğa dökülürdü
Kapı gıcırdamasını andıran aklım titrerken
Beynimde tuhaf sesler yalın ayak gezerdi
Ürkerdim
…
Ve sonra
Cesaretin pamuk ipliğine bağlı demir halkaları kopardı
Fırtına dinerken ecel bir adım daha yaklaşırdı
Sonsuz devrin boşluğunda bir o yana bir bu yana savrulurdum
Oysa demir halkaların birleşimi nefes aralığıydı
Var olmanın kıyıda kalmanın ince çizgisi
Ben ’…’ benzerdim
Siyah entarisiyle ölü bir gelin gibi
Akşam, yalnızlığa gömülü ruhumun en tenha sokağında yankılanır
Her adımı bir çığlık gibi çökerdi üzerime
Ürkerdim ve sarınıp battaniyeme sımsıkı bürünürdüm
Sabahı müjdelemeyen vakitsiz ötüş
Yüreğimin kuytu köşelerine iz sürerken
Sararmış benziyle cin çehreleri yoklardı
Sessiz kimliğimin ipince perdesini
Onlar ki her akşam çarptıkça çarpardı zamanı
Ve ağır çok ağır eksilirdi
Çağlar boyu süren gece
…
Cin, saat ve karanlık
Çarpışıp tekrar karşıma çıkınca
İçim buz keserdi
Tüm ağırlığıyla akrepler ezer geçerdi beni
Yelkovanlar kanla dolup kör testere gibi boyun keserken
Kaçıp giderdi aklımın kuşları
Uçurum taşlarına
Güneş her battığında
Gün döner yeniden karanlığın kollarına kalırdı
Ve ben tekrar eden sonsuz döngünün içerisine
Karanlıkta biraz daha kaybolurdum
Entarisiyle kara gelin gölgelerden sıyrılıp
Derinliklerimin sahiline pusu kurar
Her pusu beni biraz daha ben olmaktan çıkarıp
Zihnimin köşe taşlarını işgal ederdi
Ölür, gün doğunca dirilir tekrar ölürdüm
Haşyet duygusu yankılanırdı benliğimde
Siyah entarisi, adeta ölüm perdesi örterdi
Yaşamın kıyametine üflerdi
Ve sonra sessizlik çökerdi
Kara deliklere doğru çekilirdim
Yalnızca ışık değil ben de sürüklenirdim
Dönüş yoktu artık sadece karanlık
Köşe başlarına parçalarımı bırakırdı
Şimdi yalnızca gece değil
İçimdeki boşlukla ben gün ayınca da…
…
Akşam, yine gece ve karanlık
Tekrarını yaptığı devri yeniden başa sardı
Aklımın titrek kuşları her vuruşla ürperir
Kaçacak yer ararken
Tıkırtılar daha da büyür
Beni loş gölgelere boğardı
Derine, en derine doğru çekerdi beni
Esaretin dipsiz kuyularına zincirlenirdim
Yatağımda titreyerek yatarken
Ve duvardaki yelkovan akrep kovalarken
Vakit mezar taşına sefer eylerdi
Guguk kuşu on ikiyi bir kez daha vurduğunda
Akis, korkaklık olur aynalarda kaçardım.
Sabah aymazdan önce
Bir kez daha çatlardı ufuklar
Turuncu rengiyle portakal kara çarşafa bürünmüşken
Karabasanlar, hortlaklar yiğitlere meydan okurdu
Yağmur taneleri bir bir akarken çatı katından
Ölü gelinin Siyah entarisi
Soğuk bir el gibi beni dilsiz bırakıp kıyardı ruhuma
Belirsiz şekiller yoklardı beni
Güneş her battığında buz kesilir
O soğuk el battaniyemin altından gerisin geri dirilirdi
Kaçardım, ama hep yakalanırdım
Loş ışığın esmer dişlilerinde…
…
Kaçamaz, yakalanırdım
Gölgelere bulanmış bir kölenin bembeyaz dişlerinde
Gözbebeklerinde
Ürkerdim, Katran karası karaltılar kasvetle kalbimi kaplarken
Ürkerdin, Kasırgayla kanatlanıp kaygılar kavrayışlara kan katerken
Ürkerdik, Kabadayılar kapılarda kalıp kadim kabuslardan kaçarken
Sonra
Siyah entarisini çıkarırdı ölü gelin
Apaydınlık çehresiyle bahar olup
‘…’ ışıtırdı her tarafı
Cesaret, incecik pamuk gibi gerilirdi
Demir halkalar bir araya geldiğinde
Bin yıldır uyuyan zaman uyanıp beni alnımdan öperdi
Karabasanlar, hortlaklar, en çok da cinler kaçar
Gün doğar, güneş açardı
…
Gölgeler çekip gitmeye yüz tutunca
Nurdan alev karanlığı yırtardı
İşte, ilk nefesin habercisi gibi
Her gün bitik hayatı
Yüreğimde usulca büyütmeye başlardı
Fakat asla kaçamazdım kendimden
Bir şeylerin değişeceği fikri kuşatırken etten bedenimi
Katran karası karaltılar kasvetle kalpleri kaplayınca
Devrini tamamlayan son başa sarardı
Zihnimin gelgitleri arasına bir daha
Bir daha çakardı şimşekler
Ve ben aynı karanlığın içerisinde
Bir kez daha kaybolurdum
Ürkerdim