Tenere Ağacı
Sahra Çölü’nün uçsuz bucaksız genişliğinde, Tenere Ağacı gibi yalnızdır insan. Bu çöl denizinde kaybolan gözler, sürekli bir iz arar durur. Varoluşun gerçeği de, tıpkı çölün ortasında tek başına kalmış Tenere Ağacı gibi belirgindir. Bu ağaç, insan yüreğinde ulaşılması zor bir hedefin, derinlerdeki bir arayışın sembolüdür. İnsan, bu yalnızlığı dostlukla aşmaya çalışır.
Hayat, balçık çamurundan başladı ve dönüşümüz de oraya olacak. Bedenlerimiz tükendiğinde belki bir çiçeğe can vereceğiz, belki de toprağa döneceğiz. Ya da bir gökdelenin altında sıkışıp kalacağız ve özümüzden uzaklaşacağız. Ne olursa olsun, dostsuz kalanlar, ölümün sonu olmayan hikâyesinde dostu bulmak için tekrar var olmayı isteyecek. Çünkü insanın iç dünyası, yalnızlığa yabancıdır; daima bir dost arayışı içinde olacaktır.
Gökdelenlerin ezdiği, üzerinden tankların geçtiği toprak olsak bile, gerçek dostu aramaktan vazgeçmeyeceğiz. Bu arayış, sadece duygusal yaraların değil, aynı zamanda bir kendini bulma çabasının ifadesidir. Belirsizlik içinde, dostluğun ilk kıvılcımı ateşlenir. İnsan, dostluğu ararken dokunamadığı, yakalayamadığı bir heyecanla karşı karşıya kalır.
Issız bir adada yalnız kalmışken, dostun anlamını bilmek zordur; şu an olduğu gibi, hakikati yine kaçırabilirim. Ama neden? Neden dostsuz kaldım? Neden özden kopuş, kayboluş bu kadar acı verici? Bu sorular, insanın dostluk arayışındaki derin boşluğunu yansıtır.
Konuşmak için yanıp tutuşmuyorum; dostumu arıyorum. Söz söylemenin gereksizliğini yazarak dile getiriyorum. Dostumu kaybetmiş olmanın verdiği huzursuzluk beni içine çekerken, dostsuzluğun acısı içimde büyüyor.
Sanki hapsedildiğim şekilsiz bir kap var. Bu kap öylesine oynak ki, içinde döne döne yol alıyorum. Başım dönüyor, midem bulanıyor ve tam şu an içimdekileri kusuyorum. Dostumu bulamıyorum, çünkü konuşma karşılıklı değildi. Bu yüzden özür dileyemiyorum; dostsuzum.
Hepsi bu kadar mı, diye soruyorsun. Hayır! Ağlıyorduk, çünkü defalarca düşmeden yürüyemeyeceğimizi, incinmeden koşamayacağımızı, harfleri öğrenmeden yazamayacağımızı, dostluğu kuramayacağımızı biliyorduk. Ağlıyorduk. Ve bu ağlayışlar, dostsuzlukla mücadelenin en acımasız yansımasıdır. Ağlıyorduk, çünkü dostsuzduk, hakikatsizdik ve sahteydik.
Ağlayışlarımızdan dolayı suçluyduk. Dost edinmedik diye kırgındık. Hakikati kaçırdık diye sahte hissettik. Bu sahtelik, bizi derin yerlere sürükledi, herkesten uzaklaştırdı. Ama her şeye rağmen, dostluk arayışı içimizde hep var oldu.
Artık sarsıntılı hastalıklar geçiriyoruz. Her şeyi bilmek, her şeyi anlamak istiyoruz. Bu, gerçek dosttan uzak kalmamızın en belirgin sebebi olabilir. Doyumsuzuz; sürekli başka hazların peşindeyiz, hiçbir şey bizi tatmin etmiyor. Yüzyıllar önce, belki on yıllar önce daha kapsayıcıydık. Şimdi ise ıssız bir çölün ortasında yalnız kaldık. Ne bir yağmur damlası düştü, ne de sabah meltemi esti. Gönlümüz yaralı, artık tedavi olmamız gerekli. Ancak bazı yaralar zamanla iyileşirken, bazıları için merhem bulmak mümkün değil.
‘Kimsesizlik’ yaramızın dermanı, ‘Kimsesizlerin Kimsesi’dir. Kendisine el açan herkesin tek dostu O’dur. Yüreğimizin derinliklerinde kapkara bir hastalık var ve bu hastalık, dosttan kopmuş olmaktan kaynaklanıyor. Her şeye rağmen, Allah, tüm ‘can olan’ın tek gerçek dostudur.
Kesin gerçeğimiz; arayış… Gerçek dostu bulma umudu. Bir gün bulabileceğimiz umuduyla asla vazgeçmedik. Kanayan ayaklarımıza aldırmadan koştuk. Suçluyduk, ama suçluluk duygusunun ya da kırgınlığın bizi durdurmasına izin vermeyecektik. Yaşam devam ederken hatırladık; evet, hakiki dosta ulaşmayı başaracağız. O dost bir gün elimizden tutup bizi ayağa kaldıracak. Tıpkı Tenere Ağacı gibi, kilometrelerce mesafede kimseyi bulamasak bile, bir gün ağlayışlarımız son bulacak ve hakiki dosta erişeceğiz.