Ataerkillikteki Anne Merkezli Sığlık
Bir gözlem. Bir gerçek. Bir hakikat. Hayatın dip noktalarında, hakkında pek konuşulmayan, ama bir arka plan kuralı gibi işleyen bazı hassas noktalar vardır. Onları pek çoğumuz fark edemez. Ama bir şekilde onları fark ettiğimizde, zihnimizde şimşek çakar, yer yarılır ve hatta olanı anlamak için bizlere yeni bir anahtar sunar. İşte, Yakın Doğu (siyasal bir deyiş olduğu için özellikle “Orta Doğu” demek istemiyorum) toplumlarında, dikkat çektiğim o çarpıcı gözlem şudur: Erkek kardeşlerimizin çocuklarından ziyade, kız kardeşimizin çocuklarıyla daha şefkatli ve daha içten bağ kurarız. “Dayı” ve “teyze” kelimeleri, “hala” ve “amca”ya kıyasla daha sıcak, ayakları yere daha çok basan bir yakınlık, hatta müttefiklik çağrıştırır. Görünürde katı bir ataerkil düzenin hüküm sürdüğü toplumlarda, bu bariz duygusal farkın kaynağı nedir? Neden genellikle “dayı,” “amca”ya tercih edilir?
Bu durumu bir süredir irdeleyip duruyorum. Bulduğum sonuç sizin için gerçeği ifade edecek mi, pek emin olamıyorum. Ama… Sorunun cevabını ataerkilliğin görünmeyen yüzünde aramak gerek. Daha doğrusu bir nehir yatağı gibi akan ve hayatı besleyen “kadın merkezli akrabalık” bağında (ki bu konuda kadın, eğer erkeğinin ailesine karşı hassas ve dengeli davranmıyorsa çok ciddi iç çatışmalar ve sonucunda yıkımlar getiren bir kaos…). İzahı sanki kadının profili ile değerlendirirsek olayın ayak izlerini bulmak daha kolay olacaktır. Çünkü bu olay aynı zamanda şu demek oluyor: Erkek, kadın faktörüyle geniş ailesinden mi koparılıyor? Dahası eltiler, görümceler savaşı sona ermeyecek mi?
Toplum; soyadın, mirasın ve sosyal statünün erkeklerle aktarılan bir sahnesi olarak karşımıza çıkar. Duygunun, şefkatin, gündelik hayatın pratikleri ve sahne arkası ise kadınların elindedir. En azından öyle göründüğü kesindir. O halde kilit faktör her erkek için seçilen “eş”tir. Anne, bilinçli ya da bilinçsiz, çocuklarını kendi geniş ailesine doğru çeken bir kuvvet merkezi görevi görüyor. Bu çekim, bir annenin doğal güvenlik arayışının bir tezahürü olabilir. Ya da kendi bildiği, büyüdüğü ve en çok tanıdığı kapıya olan yönelimidir, diyebiliriz. Fakat fonksiyon olarak kadından kaynaklı olduğunu (istisnalar hariç) düşündüğüm küslükler, kavgalar, kırgınlıklar… Bazen çok daha farklı girift gerekçeleri olabiliyor (örneğin; miras paylaşımındaki sert ve katı tutumları, hep banacılıkları, erkeğinin daha fazlasını alması gerektiğini dile getirişleri…). Yine de öyle zannediyorum ki özellikle erkek kardeşler arasındaki sıcak zamanlar kadının varlığıyla birdenbire tepetaklak oluyor. Günümüz dünyasında, bu olaya kadın merkezli yaklaşmam pek akıl karı bir şey olmayacak. Ama ben bunu umursamadan kendi fikirlerimi, konuya yaklaşımımı aktarmaya devam edeceğim. Fakat şu dipnotla: konu etrafında gerçekleşen her olumsuz sonuç bile isteye erkeğin işine geliyordur. Yani eğer kadın faktörüyle görünen bu şeyde hayır kapısı açılmıyorsa bunda erkeğin ciddi bir şekilde kurnazca davranışı söz konusudur. Ancak erkeği o kapıdan içeri sokan kim, bunu da unutmamak gerek. Çünkü karşılıklı oynanan bir kurt oyundur bu.
Burada erkek tarafından “bile isteye bir kabul ve teslim oluş” söz konusudur. Her ne kadar kabul etmediğini, bunun böyle olmadığını ifade edenler çıkacak olsa da sahne kadının sahnesidir. Erkek, bu duygusal olay içerisinde çoğu zaman zayıf ve tutarsız bir konumdadır. Çünkü geleneksel roller, erkeği ailenin geçim sağlayıcısı olarak karşımıza diker. Ve toplum bu rolle erkeği dışarıya iterken, duygusal bağların örülmesi, aile içi sıcaklığın inşası gibi “içeriye” dair meseleleri anneye bırakılır. Erkek, bu yeni ve kadim ittifaka direnemez. Direnmeye çalışanlar ise eğer kadınları (tekil anlamda) mantıklı ve çok yönlü değilse sonuç istenmeyen yönlere doğru savrulur (örneğin; boşanma, şiddet, ruhsal yıkım veya geniş aileyi terk ediş, nefret, kızgınlık vb.). Sebep, direnecek duygusal araçların ve gündelik pratiklerin erkeğin elinden alınmış olmasıdır. Çocuk; annesinin sevdiği, güvendiği, dertleştiği teyzesini ya da dayısını doğal bir koruyucu olarak görür. Bu ilişki, babanın ailesinden daha az resmi, daha az “kuralcı” ve daha samimidir. Ya da en azından öyle görünmesi sağlanmıştır.
Dayı ve teyze figürleri, bu yapı içinde özgürleştirici bir rol üstlenmiş gibidir. Teyze, adeta annenin bir yansıması, bir yardımcısıdır. Dayı ise, babanın ve amcanın temsil ettiği otoriter figürün aksine, daha “özgür” bir erkeklik modelini simgeler. O, disiplin dağıtan değil, şefkat gösteren, çocuğa hediyeler alan, onu gezmeye götüren, kuralların dışına çıkabilen bir kahramandır. Amca ve hala ise, babanın ailesinin bir parçası olarak, daha çok “soyun devamı”nın temsilcileridir. Onlarla ilişkiler, daha ziyade resmi törenlerde, bayramlarda, aile toplantılarında yaşanır ve miras, aile onuru gibi daha ağır sorumlulukların gölgesini taşır. Bunlar olayın sadece görünen yüzüdür. Birçok zamanlar “kadın” sırf intikam almak için ‘erkeğin öz yurdundan kopuşu’ yolunu tercih ediyordur. Bu söz çok zalimce gelebilir ama toplumu yeterince analiz ettiğimizde gerçeğin ince çizgisi hemen zihnimizde kalınlaşmaya başlayacaktır.
Bir erkek evlenmeden önce asla ama asla “benim, geniş ailemle aramda, sevgiyle örülmüş sarsılmaz bir bağ var,” dememeli. Bu ifade etmeyiş hayatın adeta bir sosyal sözleşmesi olmalıdır. Evlilik, bir erkeğin kendi ailesinden kopuşunun değil (ama maalesef öyle oluyor), duygusal önceliklerinin radikal bir şekilde yeniden düzenlendiği bir eşiktir. Fakat çoğumuz bu eşikte geniş ailemize kayıtsız kalıp farklı farklı mazeretlerle ilişkimizi kopma noktasına getiriyoruz. Oysa evlilik öncesi sıkı bir geniş aile bağı iddiası, evlilikle oluşacak yeni düzende sınanmamış bir iddiadır. Gerçek sınav, yeni kurulan yuvada, kapıların kime, ne kadar açık olduğu zamanda saklıdır. Anne-baba, kardeşler, arkadaşlar veya sıcak ilişki kurduğu komşularıyla ilişkisi ne ölçüde devam ediyor, buna dikkat edip etmediğinde hakikat açığa çıkar. “Amenna” dediğinizi duyar gibiyim… Erkeğin kendi ailesinden ziyade, eşinin ailesiyle kurduğu bu yeni ve güçlü birleşime yaklaşımı söz konusu şeyi olumlu anlamda her şey yapabilir. Diğer türlüsü ise, dile getirmek istemediğimiz sessiz bir güç mücadelesi, bir yabancılaşma ve aile içindeki büyümüş çatlaklar anlamına gelir. Sonrasında ise birbirlerine gidip gelmeyen kardeşler, hali-hatırı sorulmayan anne-babalar, unutulmuş komşular ve daha nicesi…
Sonuç olarak, bu durum ataerkilliğin everildiği noktadaki çok ciddi bir iç çelişkidir. Erkek, soyun ve statünün görünür hükümdarı olarak tahtında otururken, duygunun ve mahremiyetin gerçek krallığı, kadınların ördüğü o görünmez ağın içindedir. Çok az zamanlar durumun tersi söz konusu olmakta ve çok daha nadir durumlarda kadın, erkeğinin ailesine karşı aklı selim ile hareket etmektedir. Dayının şefkati ve teyzenin sırrı, bu durumun en karmaşık yapışkan taşıdır. Ortada ne tam bir zafer ne de bir teslimiyet vardır. Bu, her iki tarafı kıskacına alan her ailenin kendine has gerçekliğinde, sessizce var olmaya devam eden bir uyumsuzluktur. Ta ki bir ışık uyanıncaya dek.





