Köpeğin Kene ile İmtihanı
Köpekler, benim belki de en ilginç bulduğum yaratıkların başını çeker. Görünen yüzüyle sadık bir dost, yabancılara karşı potansiyel bir tehdittir onlar. Eve gelip gideni, evin önünden geçeni ta uzaklardan yaydıkları kokularından tanırlar. Ama tanıdık olsun ya da olmasın hiçbir koku onları asla ürkütmez. İnsanın evcilleştirdiği canlılar arasında kendileri için “en korumacı hayvan hangisi,” diye, sorulsa muhtemelen hiç düşünmeden yine köpeklerdir derim. Ama kimi zaman güvenlik için kimi zaman başka bir sebeple bazen kendi sahiplerini bile tehdit olarak görüp durmaksızın havlayabilirler. Bizlerin çoğuna göre “en sadık dostumuz” da sahip olduğumuz köpeklerdir. Köpekler, yürekleriyle seven ve vefayla bekleyen sevimli bekçilerdir. Sahip gider, dünya değişir ama onların sadakati hep yerinde kalır. Öyle ki cenaze merasiminden sonra günlerce hatta aylarca kabrin başında bekleyip nöbet tutarlar. Öyle ya da değil bu şekilde bilindikleri kesin bir gerçektir. Doğrusu, köpeklerin bu şekilde övülmesinden ziyade, ben, onların sırtında her daim gezinen kenelere hayran kalırım. Çünkü bir köpeği en iyi olanı, kene gibi insana en çok yapışanıdır diyebiliriz.
Benim köpeklere karşı özel bir korkum var. Pek çok insan gibi, onların ne yapacaklarını tam olarak kestiremediğim için onları gördüğüm her an tedirgin olurum. Belki de bu korkumun nedeni, çocuklukta yaşadığım bir olaydan kalan bir travmadır. Yine de itiraf etmeliyim ki, bu korkumun asıl nedeni onların sivri dişleri ya da hırlayıp havlamaları değildir. Belki de sebebi, köpeklerin keneleriyle kurduğu o garip, vazgeçilmez ilişki yumağıdır. Düşünsenize; köpek sabah uyanır, gerinir, kuyruğunu sallar, bir iki kere havlar. Özellikle de sabah ezanıyla birlikte, sanki bütün mahalleye günün başladığını haber verircesine çığırtkanlık yaparlar. Sürekli tekrar eden bu uyum beni her daim şaşırtmıştır. Biri kaşınır, bir diğeri doyar, biri gezinir, bir diğeri kovalar. Onların hayatı bu garip döngüde sürüp gider. Belki de benim korkum, bu kadar doğal bir düzenin dışında kalmaktan kaynaklanıyordur.
…
… Çünkü kulaklarının hemen ardında onlara fısıldayan derin bir ses vardır. İşte tam bu noktada görünmeyen sadakatin ayak izleri vücut bulur. Bir kene, bin kene özenle tüyler arasında vazgeçmeden yaşamını sürdürmektedir. Emdiği kan ise asla burnundan gelmez. Her zaman istediğini alan ve itiraz diye bir şeyle karşılaşmayan keneler hayatlarından gayet emin ve memnundurlar. Köpek, ne hikmetse, buna ses çıkarmaz. Onların kenelerle gizli bir antlaşmaları vardır. “Sen benim kanımı istediğin kadar em, ben de seni istediğin kadar taşıyayım.” İşte tuhaflıktaki asıl ilginç ve korkutucu yön nedir diye sorulursa tam olarak budur derim.
İnsan ilişkilerinde de buna benzer bir hal yok mudur? Kimi dostluklar, kimi alışkanlıklar, kimi fikirler tam da böyle bir kene gibi kanımıza dikilmez mi? Onları atmak isteriz ama bir yandan da yokluklarını garipseriz. Hayatımızdan çıkarlarsa sanki büyük bir boşluğa düşer gibi oluruz. Köpeklerin kenelere olan bu doğal antlaşması, belki de bizim iç dünyamızdaki bağımlılıkların en çirkin örneğini simgeliyordur. Çünkü köpek, kenenin ne yaptığını bilmez ve havlamayı öylece şarkı mırıldanır gibi sürdürür. Bizse, içimizi kemiren şeylerin adını dahi anmayız. Ne olduğunu biliriz ama düşünmek dahi istemeyiz. Daha doğrusu ne olduğunu bilmek asla ama asla işimize gelmez.
Keneler, köpeğin kanını emer ama köpek bu ilişkiyi “doğanın düzeni” diye kabul eder. Yani köpeğin felsefesi şudur: Beni sevmiyorsan de bari benden beslen.” İnsan içinse bu çok daha karmaşık bir denklem haline gelir. Biz, bizden beslenenleri çoğu zaman severiz. Yoklukları bizi anlayamadığımız bir sürüncemeye dahil eder. Hatta bu parazit yaşam şekli bazen onlara minnet duymamızı bile sağlar. Oysa kene, kene öyle midir? Tabii ki hayır! Kene, köpeğin sırtında hiçbir sahte sevgi barındırmadan yaşar. Onun eylemi doğrudandır. Bu yüzden biz, doğrudan belli olan şeylerden korkarız. Asıl tehlikeyi direkt olduğu zaman hissederiz.
Bazen sokakta rastgele gezen bir köpek görürüm. Boynundaki tüyler kabarmış, gözleri parlak ve kulaklarını rüzgâr savuruyordur. İşte o an aklıma hep aynı şey gelir: Bu hayvan aslında koşmuyor; bir kene onu yularından tutmuş, görünmez bir emirle onu yönlendiriyor. Bizim korkmamız gereken şey de bu olsa gerek! Görünmez bağlarımız. İnsan da kendi görünmez kenelerinin peşinden koşarken özgür olduğunu sanmaz mı?
Belki de bu yüzden, köpekler bana her zaman her şeyden daha fazla dürüst gelir. Korkumun asıl nedeni onların dişleri değil, o aptalca dürüstlükleridir. Onlar kimseyi kandırmazlar. Sevdiklerini havlayarak belli ettikleri gibi nefret ettiklerini de havlayarak belli ederler. Bizler ise çoğu zaman kendi “kene”mizi her şeyden gizler, ona “alışkanlık” ya da “bağlılık” deriz.
Köpeklerin kenelere olan bu tuhaf bağlılığı beni hâlâ düşündürür. Belki de sadakat demek daha doğru olur. Kimin, kimin kanını emdiğini bilmeden sürdürdüğü bir hayat. Ve belki, köpekler bu dünyada keneleriyle barış içinde yaşayan yegane canlılardır.
…
… Benim köpeklere karşı özel bir korkum var. Pek çok insan gibi, onların ne yapacaklarını tam olarak kestiremediğim için onları gördüğüm her an tedirgin olurum. Belki de bu korkumun nedeni, çocuklukta yaşadığım bir olaydan kalan bir travmadır. Yine de itiraf etmeliyim ki, bu korkumun asıl nedeni onların sivri dişleri ya da hırlayıp havlamaları değildir. Belki de sebebi, köpeklerin keneleriyle kurduğu o garip, vazgeçilmez ilişki yumağıdır.





